Bilincine bu kadar yüklenmek istemezdi. Oysa o bu ağırlığı rüyalarında bile sırtlanmıştı.
O gün uzun zamandır planladıkları geziye çıktılar. Doğa yürüyüşü ve konserlerin eşlik etmesiyle bu gezinin çok güzel olacağını düşünüyordu. Yürürken çalılıkların arasında bir ses duydu. Bu ne bir yaprak hışırtısına ne de bir hayvan sesine benzemiyor daha çok yankıyı andırıyordu. Taşa çarpan bir su veya lodosun ıslığı olabilir miydi? Gözleri büyüdü sese dikkat kesildi.
Patikada sonbaharın renk cümbüşü altın renkli kavak ağaçları kızılcık ve kayın ağaçlarıyla onu kendine hayran bırakıyordu. Bu hayranlığına konser şarkıları da eşlik etti.
Şarkıları dinlerken kendi sesi daha baskın hale geldi tüm çalgılar silikleşti. Aklı yalnızca çalılıktaki sesteydi. Bakışlarını duyduğu yere sabitledi ancak ne sesten ne de bulunduğu yerden emin değildi.
Issız bir yerin yankılanan çığlığı tüm düşüncesini esir almıştı. Şimdi zaman çiğnedikçe ağzında büyüyen sakız gibi uzadıkça uzuyordu.
– YETER ARTIK!
Bağırdığında istemsizce çıkan sözün içinde bir çöp gibi ezildi. Tüm çalgılar durdu. Gözler üstüne çevrildiğinde dilinde açıklaması aklında sebebi yoktu. Koşar adım ‘‘Pardon affedersiniz sizinle ilgili değildi’’ diyerek kalabalıktan gölge gibi sıyrıldı.
Şimdi silinmesi gereken bir an daha yaşamıştı. Kendini gözlerinin karanlık çukuruna gömmek istedi. Dudakları poşetten farksız bir halde ruhun sıkıntısını bedenden sıyırmaya çalışıyordu. Hem kendini suçluyor hem de ne olduğunu anlamak için sesin rüzgar gibi sürüklediği yere gidiyordu.
Bu sesi çıkaran dün gece okuduğu kitaptaki Samsa karakteri olamaz mıydı? Bir böceğe dönüşse şu andan daha erdemli olurdu. Oysa o kendini insana dönmüş olarak bulmuştu. Ne büyük şans ne büyük yük!
Şimdi ise bir böcek gölgesi üstüne kabus gibi çökmüştü İçi volkanik bir yanardağ iken gözlerinden lav damlıyordu. Nefrete bürünmüş cisminde tüm yenilgileri kızgın nefeslerinde canlandı.
Öfkesinin okları gözüne batıyordu. Halbuki yalnızca dudaklarından zihninin sesi çıkmıştı.
Gölgeleri yarıp çalılıkların arasından yönünü tayin ediyor bu derin ıssızlık onu bilinmezliğin içine vakum gibi çekiyordu Nefesleri her adımda hızlandı. Darağacından hep aynı yenilginin eteklerinde sallanıyordu.
Sesi duyduğu yere gittiğinde kendini etrafını çevreleyen uzun boylu ağaçlar içinde buldu. Biraz önce bir kahraman gibi keskin adımlar atıyorken şimdi sadece olduğu yerde dönüyor ve ağaçların uzunluklarına bakıyordu.
Hiçbir şey yoktu işte. Elinde kalan kendine büyüttüğü bir kızgınlık oldu. Sinirli adımlarla grubun yanına yöneldiğinde yine o sesi duydu. Bu sefer yenilmedi korkusuyla yüzleşmişti. Bir daha takip etmeyecekti.
‘‘Bu sefer merak etmiyorum işte. Keşke kendime hakim olsaydım. İçimde büyüyen korku ve öfkenin kimseye zararı olmazdı. Peki ya şimdi? Açıklanamaz bir yanlışlık içinde iddiasız rezilliğim ile baş başayım. Oysa niye keşke diyorum ki… Keşkenin yükümlülüğü nedir? Biten bir şeyin varsayımlarının yükünü hangi zihin üstlenebilir… Durun düşünceler artık yalvarırım durun!
Nefesim boğazlayan iki el gibi şimdi.’’
Gezi doğa yürüyüşü ve konserin ardından herkesin odalarına çekilmesiyle sona erdi. Tek günlük mutluluk şansı olarak gördüğü olayı kendi elleriyle mahvettiğini düşündü.
Bir hayat ezberi gibi sürekli beyninde tekrar edenler zihin yorgunluğunu katlayarak artırıyordu.
Kafasında bir dünya taşıyor ancak dünya onu kabul etmiyordu. Düşünceleri yersiz sesi hep kısıktı.
O gün bunaltıcı bir kabusun ellerinde debelendiğinde buna emin oldu:
‘‘Yeter artık!’’
Gece dışarı çıkmış arkasına bakmadan ilerliyordu. Oysa yol ve sesler asla bitmiyordu.
– Haklısın. (Yüksek ve rahatsız edici kahkahalar) sen bu dünyadan değilsin.
– Neredesin ya açıkla bunu ya da sus yeter artık.
– Nefreti kazanmayı başardın aferin sana. Bak bu dünyadaki en büyük kazancın.
Lodos en son kozunu oynuyor gibi esintisiyle gürledi. Nefesinin hızıyla bir yarış başlamıştı. Bu derin ve güçlü ıslık ile başlayan bir harp içinde yoldan kaçmaya çalıştı.
– Ne hakla bunu dersin ayrıca sen kimliğinden bile gizlendin. Şimdi karşıma oturup gözlerini kısarak kızgın kızgın bakma. Gelme peşimden.
Ellerini başının üstüne götürdü. Kafası bir top gibi şişmiş düşünceleri yavaşlamıştı. Gözleri kapanıyorken hafifçe başını önüne eğdiğinde hissettiği basınç ile beyni akıyor zannetti. Sürekli ağırlığı taşımaya devam ediyordu.
Karanlık onu esir almışken o boşluğu adımlar gibi bu sesten kaçmaya çalıştı. Sözler nefesini kesen bir bıçak olmuştu. Oysa bu sesten kaçmak veya merak etmek boşluğu tutmaya benziyordu. Zaman zaman şiddetini bir kilise çanı yankı gök gürültüsü lodos veya çığlık gibi yaşasa da her haliyle suçlayıcı ve yargılayıcı bir ses ile devamlı savaşıyordu.
– Suçlusun. Bağırdın ve herkes gitti. Varlığın zarar saçıyor. Bu hayatı kaybettin. Keşke bir saniye öncesinde kalsaydın dimi ama (Kahkahalar yükselir)
Dövülmüş gücü bitmiş ve elleri buz gibiydi. Son nefeslerini harcıyordu.
– Yeter artık diyorum.
– Sahiden bu kadar güzel bir günü nasıl mahvettin?
-Yet-er ar…
Kızgınlığı ellerini kanatmış bir suç ile boğulmuş yalnız bir şekilde kaçarken ormanın kuytu köşesinde boncuk boncuk akan terler ile oduğu yere yığıldı. Son sözlerini canhıraş bir şekilde;
‘‘Yeter artık’’ diye sessizce tekrarladı.
Nefes nefese haliyle yattığı yerde terlemiş ve korkudan ağlayarak uyanmıştı. Zihni devamlı aynı sözü tekrarlıyordu.
‘‘Yeter artık.’’
Pencereyi açtı. Derin bir nefes aldı. Ve bir kez daha derinden bir nefes…
Kaldığı odanın kapısı çalındı. Karşısında geziyi düzenleyen kişi dönüş araçlarının saat onda kalkacağını belirrti. Eşyalarını topladı ve yola çıktılar.
Yol boyunca düşüncesinden sıyrılmak ister gibi kulağına hoş gelen bir müzik açtı ve sadece müziği dinledi.
Eve gitmek yerine aklına deniz kenarında evi olan (teyzesi) geldi. Aradı o da ne zamandır görüşmediğini belirtip memnuniyetle kabul etti.
– Hoş geldin. Geç bakalım.
– Hoş bulduk.
– Bak burası küçük bir dünyam oldu. Ezberlediğim hayatı heceliyorum. Her gün aynı. Bahçemi sulamak denizi seyretmek mutluluk için bana yetiyor. Mevsimler dalgaların dilini öğretiyor. Aynı şeye baktığını zannederken o her zaman farklı bir şeyi sana anlatıyor. Karanlığına haşyetle limana çarpan sularına ve dinginliğine şahit oluyorsun. Hayat gibi…
Gözlerini çalışan bulaşık makinesine dikerek sözlerine dalgın ve acıklı bir şekilde devam etti;
– Ve biliyor musun bu hayatta bazen makineden bir farkım yok.
Ne dediğini önce anlamadı duraksadı. Bu nasıl olabilirdi ki.. Merakla dinliyordu
– Aynı onun gibi aynı işlemi binlerce kez yapıyorum. O yorulduğunda duruyor dinleniyor. Ben ise o döngüde ezilen makine parçaları gibiyim. Bu süren hayatın acılarını yüklenmiş ağırlığıyla devam ediyorum. Oysa artık ben makine olmak istiyorum. Anlıyor musun beni…
Aklına bir şiirin ‘‘Damarlarımda kovalıyor oto-direnzinler lokomotfileri!’’ mısrası geldi. Onun ruh haline bürünmekten korkuyor bir defa girerse hiç çıkamayacak bir defa suyuna bulanırsa asla bir daha pak olamayacakmış gibi hissediyordu.
Düşüncesinin sesi gerçeği hem eriten hem de oluşturan bir kuvvetti. Oysa bu çok yorucuydu ve yorgunluğu üstünden irin gibi süzülüyordu.
– Ah o kadar iyi anlıyorum ki sizi anlatamam. Peki sizce insanda bu ağırlık neden olur?
– Dinle evlat. Hiçbir şey düşüncelerimiz kadar mükemmel veya korkunç değildir. Sana hükmeden düşünce değil nefsindir. Kötülükte bırakma kendini. Kötülüğün ittiği yerler çekilecek bir ağırlık değil. Bak evlat kimseye kaldıramayacağı yük yüklenmez. Sen öğretiye odaklan o yol göstericin olsun. Yoksa endişe evham ve korku bir olup boşlukta olduğun her an sana çarpar.
Baskın düşüncesi şimdi susmuştu. Sessiz bir limanda ömrünü dinlendirmek istiyordu. Bu teslimiyetin hafifliği miydi? Böyle huzurluydu. Artık zihni ona değil O zihnine hükmediyordu.