Bilseydi hatırlanacağını/ölümden sonra/memnun olurdu. (Behçet NECATİGİL)
Rüştü Onur, Cumhuriyetimizin emekçi şehri Zonguldak’ın Devrek ilçesinde 1920 tarihinde dünyaya geldi. Babası öğretmendi. Dedesinin de Millî Mücadele’ye destek verdiği ve sonradan mebus olduğu kayıtlarda yer almış. Lise öğrenimine Kastamonu’daki tarihi Abdurrahmanpaşa Lisesi’nde başlar. Edebiyat şubesine kaydını yaptırır. İlginçtir, buradaki öğretmeni Abdülbaki Gölpınarlı’dır. Mektuplarında Gölpınarlı’nın derslerini pürdikkat dinlediğini, zil çalmasın diye baktığını belirtiyor. Yazılarındaki heyecana bakılırsa edebiyat ruhunu Abdülbaki Gölpınarlı’dan almış olsa gerektir. Zaten yazdığı şiirleri hemen hocasına gösterirmiş. Ondan görüş ve önerilerini istermiş. O yıllarda hasta olmaya başlar Rüştü Onur. Zonguldak’a geri gönderilir. Mehmet Çelikel Lisesi’ne kaydını yaptırır. Burada öğretmen olan Behçet Necatigil ile iyi bir ilişki kurar. Necatigil, Muzaffer Tayip ile birlikte bu şiir aşığı iki genç şairin elinden tutarak dergilere şiirlerini gönderir. Maalesef hastalık burada da yakasını bırakmaz Rüştü Onur’un. Arkadaşı Muzaffer Tayyip gibi verem olduğu anlaşılır. Okulu yarıda bırakmak zorunda kalır. Altı ay sıra beklediği Heybeliada’daki sanatoryuma yatırılır. Biraz iyileşir vaziyete gelince Maliye’de memurluğa alınır. Sanatoryuma yaptığı yolculuklar sırasında Mediha Hanım’la tanışır. Mektuplaşmaya başlar. Talihin ağır bir cilvesidir, Mediha Hanım da hastalık belirtileri verir. Heybeliada’da sanatoryumda tedavi görse de iyileşemez. Sonradan apandisi patladığı anlaşılır ama iş işten geçmiştir. Ailesi ölmeden sevdiği genç Rüştü’yü öğrenir ve aşıkları evlendirirler. İstanbul’da yaşamaya başlarlar. Ne yazık ki bu evlilik bir ay bile yol alamadan Mediha’nın ölümüyle sonlanır. Zaten hastalıkla boğuşan Rüştü Onur ağır sarsılır. Bir aya kalmaz kan kusarak 1942 tarihinde genç yaşında vefat eder. Cenazesi kalabalık olur. Öldüğünde Beşiktaş semtinde bütün esnaf iş yerlerini kapatıp cenazesine katılır. Ortaköy’e eşinin yanına gömülür. Hiç de gençliğinin baharında ölecek adam değildi. Şiirle hikayesi yarım kalmıştı.
Arkadaşlarına mektup yazardı sık sık. Özellikle Salâh Birsel’e ve Necati Cumalı’ya. Kemal Uluser ve Necati Cumalı da diğer dost şair arkadaşları. Onları kardeş görüyor.
Salâh Birsel, Rüştü Onur’un en iyi dostlarından biri. Ona “seni anamdan daha çok seviyorum” dermiş. Salâh Birsel, onu ölümünden iki yıl önce tanımış. Şiirlerini vefatından sonra ilk yayınlayan da odur.
Salâh Birsel’e hep bir dergi çıkarmak istediğini söylermiş. Adını sık sık değiştirirmiş duyduğu heyecanın saikiyle. Petek, Şehir, Yaşamak gibi isimler koyarmış dergiye.
Rüştü Onur, Salâh Birsel’e gönderdiği ve İbrahim Tığ’ın yayınladığı mektuplarda ilerde mutlaka çıkarmayı düşündüğü Şehir dergisinden sık sık bahsediyor. Hasretle Şehir’de buluşacağız, diyor. Bu derginin Yeni’nin bayrağı olacağı iddiasında ve yeni bir atmosfer oluşturacağı düşüncesinde.
Devrekli şair İbrahim Tığ için hayatını Rüştü Onur’a adadı desek yeridir. Tığ, küçücük bir ilçede Rüştü Onur’un hayali ve vasiyeti olan ŞEHİR dergisini yirmi yılı aşkın süredir yayımlamaya çalışmaktadır. Tığ, bununla yetinmedi elbette. Rüştü Onur’un hayatını, bilinmeyen şiirlerini ve mektuplarını araştırıp yayınladı. Rüştü Onur’un arkadaşlarını ve hayatına tanık olan akrabalarını araştırıp röportajlar yaptı. Özellikle Rüştü Onur’un baldızı Sabahat Hanım’la görüşüp şairle ilgili bilgi ve belgeleri edindi. Kelebeğin Rüyası filmine bu bilgileriyle yardımcı oldu. Bir Zonguldaklı olarak hemşehrim İbrahim Tığ Beyefendi’yi yaptığı değerli çalışmalardan dolayı kutluyorum.
Rüştü Onur’u en iyi arkadaşı Muzaffer Tayip Uslu ile birlikte Türkiye’ye tanıtan değerli sanatçı Yılmaz Erdoğan olmuştur. Kendisi de şairlerin edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil rolüne can vermiştir. 2013 yılında Zonguldak’ta çektiği Kelebeğin Rüyası filmi sinema tarihimizin şairi ve şiiri konu alan en nadide filmlerinden biri olmuştur.
Rüştü Onur, şiiri yaşayan bir şairdi. Şiirin yetim olduğunu düşünürdü. Orhan Veli gibi şairlerin şiiri yücelttiğini düşünüyordu. İstanbul şairlerini seviyor ve takip ediyordu. Nazım Hikmet, İlhan Berk, Cahit Sıtkı, Samim Kocagöz, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas, Oktay Rifat, Rıfat Ilgaz, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret gibi şairlerden heyecanla bahsediyor ve takip ediyordu. Sait Faik’in hikayelerini okuyor, Nurullah Ataç’ın eleştiri yazılarını istiyordu. Nurullah Ataç ölüm haberini ve şiir adına verdiği mücadeleyi duyduğunda yazılarımda yer verdiğimi sağlığında görseydi kim bilir ne kadar memnun olurdu, demiştir.
Salâh Birsel ona Orhan Veli’nin Garip eserini göndermiş. Duyduğu beğeni ve hayranlığı heyecanla mektubunda anlatmış. Sokakta ve limanda gördüğü herkese parasız dağıtmak gibi bir görev hissine kapılmış. Onun saf şiir yazarken sonradan Garipçi olması herhalde bu olaydan sonradır. Bu anlayışla yazdığı şiirlerini Varlık dergisine göndermiş. Yaşar Nabi ona şiirinin dergide yayınlanacağını mektupla haber vermiş. Bundan duyduğu mutluluğu bile mektuplar yoluyla arkadaşlarıyla paylaşıyor. Servetifünun dergisinin yeni hali olan Uyanış’a ve Değirmen dergisine de şiirler gönderiyor; fakat bazı şiirlerinin yayınlandığını göremiyor. Böylesine şiirle var olan bir şair Rüştü Onur. Hastalığında tutunduğu tek dalı. Bazen umutsuzluğa düşse de yazmaktan vazgeçmiyor. Hatta ümitsizlik ve mahrumiyet içinde yazdığı halde şiirleri saadet kokuyordu. Buna şaşırıyordu. Çünkü saadet denilen hazzı ömründe hiç tatmamıştı. Onun şiir yazmaktan başka günahı yoktu. Bir yandan ben ölecek adam değilim, diyordu. Diğer yandan biri var kapımda, aralık kalsın kapım, diyerek ölümü bekliyordu.
Rüştü Onur, şiirde yeniyi aramak gerektiğini düşünür. Yahya Kemal’in vezinde tutuculuğu devam ettirse de muhtevada yeniye ulaştığını söyler. Necati Cumalı’ya yazdığı mektuplarda Yahya Kemal’in şiirlerini takip ettiğini, artık her ay bir şiir yazmasına sevindiğini yazmış. Yine Tanpınar’ı ve Haşim’i sevdiğini belirtmiş.
Modern şiir konusunda yaklaşımları onun yeni yönelimleri takip ettiği gösteriyor. Muhtemelen Garip Hareketi gelişmeleri üzerine artık şiirin lüks olmaktan çıktığını, şairlerin de fevkalbeşer insanlar olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyor. Dilde özleşme ve arınma çalışmalarını da aynı yaklaşımla değerlendiriyor. Türkçedeki yabancı kelime ve unsurları temizleme girişimini bir başarı olarak görüyor. Günü gününe neşriyatı takip ediyor. Okuyor, araştırıyor. Şiir yazan arkadaşlarının okumadıklarından dert yakınıyor ve bu yüzden de kendisini yalnız hissediyor.
Rüştü Onur’un yazdığı yazılara baktığımızda sanata da ayrı bir anlam yüklediğini görürüz. Sanatı halkın bağrında çıkan bir rükün olarak görür. Asıl sanatın halkın sesinde, sözünde, nakışında, çeyizinde, sevdiğine yazdığı mektubunda, minaredeki haykırışlarda olduğunu dile getirir. Böyle bir sanat anlayışına ulaşmak için halk sanatındaki yaşayan sırrı anlamak gerektiğini söyler. Buradan Rüştü Onur’un çektiği o kadar bireysel sıkıntılara rağmen sanat anlayışını halkın yaşamından aldığını anlayabiliyoruz. Oktay Rifat onun için şiirle insanı birleştiren lirik bir şairdi, diyor.
Ona göre sanat, her an bir yaratma hadisesidir. Yeni hareketlere açık olunmalıdır. En güzel sanat eseri için yüksek sosyete en ideal sosyal alt yapıdır. Geçmişini inkâr etmeden, gerekirse çıktığı kabuğu kırarak yeniyi üretmelidir. Geçmişin üstüne eklemleyerek sanatını ortaya koymalıdır sanatı icra edenler.
Rüştü Onur, gençliğinin baharında henüz yirmi iki yaşında öldüğünde şiir kamuoyuna bir balyoz başı gibi düşmüştü. Kimisi tanıyamamaktan yakınıyordu kimisi fark edememekten. Hakkında kimler yazmamıştı ki: Salâh Birsel, Behçet Necatigil, Nurullah Ataç, Oktay Rifat, Fazıl Hüsnü, Turgut Uyar, Oktay Akbal, Sunay Akın, Rüştü Onur adına sevenleri ve akrabaları Devrek’te bir dernek kurdular. Onun adını yaşatıyorlar. Doğduğu evin sokağına da adı verildi. Adına defalarca anma etkinlikleri düzenlendi. Şehrin meydanında bir büstü dikildi.
Kaynak: İbrahim TIĞ, Rüştü Onur Şiirleri Yazıları Mektupları ve Ardından Yazılanlar, Kaynak Yayınları, 3. Basım, Mart 2020